26 Kasım 2013 Salı

GİRİŞ



GİRİŞ



Hristiyanlık, Hz. İsa'nın getirmiş olduğu dinin adıdır ve Hristiyan kelimesi Yunanca "Hristos"dan gelmektedir. Hristos'un Arapça karşılığı "Mesih" kelimesidir. Mesih kelimesinin anlamı hakkında çeşitli yorumlar yapılmaktadır. Bazılarına göre bu kelime, İbraniceden alınmış olup "mübarek" ma'nasına gelmektedir. Diğer bazı araştırmacılar, kelimenin "çok seyahat eden" ma'nasına geldiğini, Hz.İsa'nın Orta Doğu'da çok seyahat etmesi sebebi ile ona bu ismin verildiğini ileri sürmektedirler. Yine bazı araştırmacılar bu kelimenin halk İbranicesinde "efendi" ma'nasını ifade ettiğini ileri sürerken, başka bir grup araştırmacı, "Mesih" kelimesinin "zeytinyağı ile yağlanan" anlamına geldiğini, zeytinyağı ile yağlanmanın Hristiyanlıkta çok önemli bir dinî merasim olduğunu ifade etmektedir. Bu kısa açıklamadan şu sonucu çıkarabiliriz. Yunanca olan Hristos veya kısaca Hrist kelimesinin Arapça karşılığı Mesih olduğu gibi, yine Yunanca Hristiyan kelimesinin Arapça karşılığı Mesihî kelimesidir. Hrist ve Mesih kelimeleri ile kastedilen kişi Hz. İsa'dır. Böyle olunca Hristiyan veya Mesihî denilince anlaşılan ma'na, Hz. İsa'yı tâkib eden, onun ortaya koymuş olduğu iman ve amel prensiplerini benimseyen, yani Hz. İsa'ya tabi olan kimsedir.


Başta Kur'an-ı Kerim ve Hadis-i Şerifler olmak üzere İslâm kaynaklan, Hristiyanlık ve Hristiyanlar hakkında genellikle "Nasraniyye" ve "Nasâra" kelimelerini kullanmaktadırlar. Kur'ân ve Hadiste daha çok bu ifadeler kullanıldığı halde, Türkçede Nasrani ve Nasâra kelimelerinden ziyade, Yunan menşeli Hristiyan kelimesinin kullanıldığı bir gerçektir. İslâm kaynaklarının Nasrani ve Nasâra kelimelerini kullanmasına, Hz.İsa'nın Filistin'deki Nasıra kentinden olması sebep olarak gösterilmektedir. Bu durumda Nasrani, Nasıralı İsa'ya tabi olan kimse anlamına gelmiş oluyor.


 Bundan 1996 sene önce dünyaya gelmiş olan Hz. İsa'ya, kendisi dünyada iken pek az kişi iman etmiş olmakla beraber, onun dünyadan ayrılışından kısa bir süre sonra, kendisine tabi olanların sayısı artmaya başlamış ve M.S. dördüncü yüzyılda tebliğ etmiş olduğu din, bir devletin resmî dini haline gelmiştir. Başlangıçta daha çok fakirlerin, kölelerin, işçilerin ve alt tabakadan diğer insanların rağbet ettiği bir din durumunda olan Hristiyanlık, bir süre sonra şekil değiştirerek üst tabakanın ve devlet yöneticilerinin itibar ettiği bir din haline gelmiştir. Hz. İsa'dan sonra Havariler ve onların öğrencileri tarafından yayılmak istenen Hristiyanlığın, bu yayılma faaliyetlerine uzun süre devlet yöneticileri ve üst tabakadan kimseler engel olmaya çalışmışlar, zaman zaman Hristiyanlığı yaymak isteyen bu kişilere zulüm ve işkenceler yapmışlar ve onları öldürmüşlerdir. Uzun süre üst tabakanın girmeye tenezzül etmediği bu din, üç dört asırlık bir zaman zarfında büyük bir güce kavuşmuştur. Bunu gören bazı devlet yöneticileri, bu gücü siyasi açıdan kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak amacı ile birdenbire tavır değiştirerek Hristiyanlara bir takım imtiyazlar vermiş ve böylece büyük Hristiyan kitlelerini arkalarına almaya çalışmışlardır. Başta Kostantin olmak üzere bazı imparatorlar ve krallar, Hristiyan-ları kendi siyasî amaçlarına alet etmek için Hristiyanlığı kabul etmiş görünmüşlerdir.


 Hristiyanlık ilk yüzyıllarda genellikle Roma imparatorluğu sınırları dahilinde yayılmaya çalışmıştır. Bu dönemlerde Yahudiler, kendi dinlerini kendi ırklarından olmayanlara benimsetmek için fazlaca gayret göstermemekte idiler. Putperest Roma'da yayılma gayesi güden başka herhangi bir din olmadığı gibi, mevcut putperestlik, imparatorlukta yaşayan halkın ma'nevi ihtiyaçlarını tatmin etmekten uzak ve çok ilkel bir durumda idi. Ayrıca Anadolu ve çevresinde görülen Sır Dinleri, sıkı bir şekilde gizliliğe riayet ediyor ve hiçbir şekilde alenî bir yayılma faaliyetinde bulunmuyorlardı. O devirlerde dünyada mevcut olan yayılmacı dinlerden hiçbiri de Roma imparatorluğu toprakları içinde görülmüyorlardı.

İşte bu ortam içinde ortaya çıkan ve yayılma faaliyetlerine başlayan Hristiyanlık, kısa sürede büyük başarılar elde etti. Önce Roma imparatorluğu toprakları üzerinde yayılan bu din, bir süre sonra imparatorluk hudutlarını aşarak Avrupa, Asya ve Afrika'da mevcut devletlerin topraklarına nüfuz etmeyi başardı. Bu uygun ortam, yayılmayı hızlandırmakla birlikte, bunun çok rahat bir şekilde gerçekleştiğini söylemek mümkün değildir. Bilhassa Hz.İsa'dan sonraki ilk yüzyıl, rahat bir dönem değildi. Dönemin Roma imparatorları, Hristiyanlığın hızla yayılmasını kendi tahtları için büyük bir tehlike olarak görmüş ve bu dini ortadan kaldırmak için heryola başvurmuşlardır. Hz.İsa'nın mesajını yaymak için gece gündüz durmadan faaliyet gösteren Havarileri ve onların öğrencilerini sıkı şekilde tâkib eden devlet yöneticileri, bunların büyük bir kısmını, faaliyetlerini engellemek için öldürmüşlerdi. İlk asırda başlayan işkence ve zulüm, ikinci ve üçüncü yüzyıllarda artarak devam etmişti. Öyle ki, o devirlerde yapılan kiliselerin bir kısmı, takibattan korunmak gayesi ile yer altlarına, mağara oyuklarına ve ormanların içinde tenha yerlerde inşa edilmişti. Bütün bu zulüm, işkence ve baskılara rağmen Hristiyanlık, gitgide güçlenmiş ve dördüncü yüzyılın ortalarında büyük bir kuvvet olarak ortaya çıkmıştır.


 Zulme uğradıkları sıralarda devamlı olarak baskı ve işkencelerden şikayet eden Hristiyanlar, dördüncü yüzyıldan itibaren saraylara nüfuz ederek imparator ve kralları etkilemeye başlamış ve onların güçlerinden azami şekilde faydalanarak dinlerini yaymaya devam etmişlerdir. Ancak, daha önce kendi çektiklerini çabucak unutarak kendi davetlerini kabul etmeyen insanlara devlet eli ile işkence etmekten de geri kalmamışlardır.


 Hristiyanlar, bir yerde iktidarı ele geçirir geçirmez kendilerine karşı gelen ne varsa hepsini birden imha etmekten asla çekinmemişlerdir. Hristiyanlar, Hristiyanlığı kabul ettirmek istedikleri insanlardan, kendi davetlerine uymayan ve bu dini kabul etmeyenlerin itirazlarına asla tahammül edememiş ve onları acımasızca yok etmişlerdir.

 Dördüncü yüzyıldan itibaren Hristiyanlığı kabul ettirmede cebir ve şiddetin kullanılması Kilise tarafından meşru kabul edilmiş, Hristiyanlığa zorla sokulmak istenen kişilerin, bu isteği reddetmeleri halinde onlara ne gibi işkencelerin tatbik edileceği dahi tesbit edilmiştir. O devrin Hristiyan mantığına göre, bir insanın Hristiyanlığı kabul etmeden yaşamasından ölmesi daha iyidir, dolayısı ile Hristiyanlığa girmeyi reddeden, çeşitli işkence ve zulüm metodlarının uygulanmasına rağmen, bu dine girmemekte direnen insanları öldürmek, onların yaşamalarına müsade etmekten daha iyidir. Bu insanları öldürmek aslında onlara iyilik etmektir. Dolayısı ile kendi davetlerine icabet etmeyenleri öldürmek, Hristiyan mantığına göre sevap olarak kabul edilmiştir.
 

 Hristiyanlığın karşısına yayılma faaliyeti gösteren bir dinin çıkmaması, o dönemde mevcut olan putperestliğin insanları manevî yönden tatmin etmekten aciz oluşu, Hristiyanların dinlerini kabul ettirme hususunda her yola başvurmaları ve her şeyi mübâh saymaları, bu dinin bilhassa Avrupa'da hızla yayılmasına sebep olmuştur. Kısa sürede dünyanın en büyük dini haline gelen Hristiyanlık, yedinci yüzyılın başlarına kadar çok rahat bir şekilde gelişmeye devam etmiştir. Ancak bu yüzyılın başında ciddi bir rakiple karşı karşıya kalan Hristiyanlığın ilerlemesi birdenbire durmuş, hatta gerilemeye başlamıştır. Hristiyanlığm karşılaşmış olduğu bu rakip İslâmiyet idi. Yedinci yüzyılın başında İslâmiyetin ortaya çıkışı ile beraber Hristiyanlık, bilhassa Asya ve Afrika'da büyük bir darbe yemiş, kısa sürede kendisinin doğduğu bölge olan Orta Doğu'dan tamamen silinmiştir. Müslüman devletlerin siyasî ve askerî bakımdan üstün bir durumda olmaları, Hristiyanların İslâm topraklarında cebir ve şiddet kullanmalarına engel teşkil etmiştir. İnanç ve amel noktasından İslâmiyetin Hristiyanlıkla mücadele edebilecek kapasitede olması da, ikna yolu ile Hristiyanlaştırma silahını onların elinden almıştır.


 Başta Kudüs ve Şam olmak üzere bir kısım Bizans topraklarının Müslümanların eline geçişi, Hristiyan dünyasında ciddi endişelere sebep olmuş ve İslâm dünyası karşısında düşülen kötü duruma son vermek için acil tedbirlere başvurulmuştur. Bu cümleden olmak üzere Hristiyanlar, Kudüs'ü kurtarmak ve kutsal toprakları geri almak için büyük bir ordu kurarak Haçlı Seferleri düzenlemeye başlamışlardır. Hristiyanlar, Haçlı Seferlerine paralel olarak kendi dinlerini yaymak üzere dünyanın çeşitli yerlerine misyonerler göndermişler ve İslâm ülkeleri ile başlattıkları silahlı mücadeleyi misyoner faaliyetleri ile de desteklemişlerdir. Misyonerlerin bilhassa müslümanlar arasında başarılı olabilmeleri için, Kilise onlara Arapça ve İslâmî ilimler öğretmeye başlamıştır. Haçlı Seferlerinin başarısızlıkla neticelenmesi sonunda, Hristiyan Kilisesi bütün gücünü tekrar misyoner faaliyetleri üzerinde yoğunlaştırmıştır.


 Sıcak savaş yerine, misyonerler kanalı ile hem Hristiyanlığı yaymak, hem de kaybedilen toprakları geri almak düşüncesi, dünyanın dört bir yanına yayılmış geniş bir misyoner teşkilatının kurulmasına sebep olmuştur. Misyoner faaliyet eri her ne kadar müslüman ülkelerin topraklarında fazla başarı sağlayamadı ise de, dünyanın diğer yerlerinde özellike putperestler arasında oldukça başarı sağlamıştır. Dünya ile Hristiyan nüfusunun artarak bütün dinler arasında birinci sırayı alışının arkasında yatan gerçek faktör, misyoner teşkilatlarının bu yoğun çalışmalarıdır. Haçlı Seferleri sırasında olduğu gibi, daha sonraki savaşlarda da misyonerler, Hristiyan ordularla birlikte çalışmış ve bu orduların adeta öncü kuvveti görevini ifa etmişlerdir. Bugün Hristiyanların dünyadaki toplam nüfusu bir milyardan fazladır. Avrupa, Amerika ve Avusturalya'da çoğunluk durumunda olan Hristiyanlar, Asya ve Afrika'da azınlık olarak varlıklarını sürdürmektedir.


 Günümüzde dünyada örgütlü ve düzenli olarak yayılma faaliyeti gösteren yegâne din Hristiyanlıktır. İslâm ülkelerinin, içinde bulundukları acıklı durum sebebi ile Müslümanların, bırakınız Müslüman olmayanlar arasında İslâmiyeti yayma faaliyeti göstermelerini, onlar Müslüman çocuklarına dahi îslâmiyeti öğretmekten acizdirler. Budizm vb. yayılma gayesi güden bazı dinlerin de Hristiyanlarınki gibi, yaygın bir misyoner teşkilatı mevcut değildir.

 Dünyanın her tarafını kaplayan geniş bir misyoner ağına sahip olan Hristiyanlık, yayılmak için eskiden olduğu gibi her türlü vasıtayı meşru görmekte ve her yola başvurmaktadır. Hristiyan misyonerleri dünyanın dört bir yanında her türlü tehlikeyi göze alarak faaliyetlerini sürdürmektedirler. Hristiyanlık, günümüzde sadece misyoner teşkilatları ile propaganda edilmemekte, Hristiyan ülkeler, çeşitli basın ve yayın vasıtaları ile de dinlerini propaganda etmektedirler. Bilhassa radyo, televizyon, sinema, tiyatro, gazete, dergi ve mecmua gibi basın ve yayın araçları ile yürütülen Hristiyanlık propagandası, bazen misyonerlerin yaptığı propagandadan daha başarılı sonuçlar vermektedir. Hristiyan yapımı bazı filim ve televizyon dizilerinde bazen açık açık Hristiyanlık propagandası görülmekte, Kilise ayinleri sık sık sahneye getirilerek rahipler dünyanın en şefkatli ve iyilik sever insanları olarak takdim edilmektedir. Bu tür sahneler, dizilerde sıkça gösterildiği gibi, sinema ve tiyatro eserlerinde de aynı motifler sistemli bir şekilde işlenmektedir. Bununla her ne kadar "Gelin Hristiyan olun" türünden bir propaganda yapılmıyorsa da, takip edilen metod, belki o tür propagandadan, daha tesirli olmaktadır.


 Dua ve ibadet ihtiyacını hissettiği zaman kendi dinine göre nasıl dua ve ibadet edeceğini bilemeyen kimselerin, Özellikle radyo, televizyon gibi yayın araçlarından büyük ölçüde etkilenen küçük çocukların, kiliselerdeki ayin, nikah vb. sahnelerden etkilenmemeleri mümkün değildir. Hatta bu sahnelerin etkisi altında kalan küçük çocukların zaman zaman Hristiyanlar gibi haç çıkardıklarına ve dua ettiklerine şahit olmaktayız. Çeşitli Hristiyan mezheblerine bağlı radyo istasyonları, dünyanın dört bir yanına Hristiyanlığı tanıtıcı yayınlar yapmakta, Hristiyan olmayan insanları kendi dinlerine çekebilmek için her türlü gayreti göstermektedirler.
 

 Batılı ülkelerce, geri kalmış ülkelere yardım amacı ile bu ülkelerde kurulan hastane, okul, fabrika vb. müesseselerin kilit noktalarına genellikle mutaassıp Hristiyanlar yerleştirilmekte, bu kişiler Hristiyanlığı yayma hususunda o bölgede faaliyet gösteren misyoner örgütleri ile ortak hareket ederek zamana ve şartlara göre faaliyetlerini yürütmektedirler.


 Avrupa'nın muhtelif ülkelerinde işçi olarak çalışan Müslüman Türklere, Kilise rahipleri tarafından sürekli olarak Hristiyanlığa katılma çağrıları yapılmakta, çağrıya uyanlara kaldıkları ülkelerde her türlü kolaylık Kilise tarafından sağlanmaktadır. Ayrıca Kilise tarafından yılın belli günlerinde Hristiyan olmayanları Hristiyanlaştırmaya yönelik konferanslar düzenlenmekte, bu konferansa katılmaya razı olanlar için işyerlerinden izin alınmaktadır.


 Hristiyanlığın dayandığı ana kaynak Kitâb-ı Mukaddes olduğu için, Hristiyanlık propagandasında esas ağırlık bu kitaba verilmektedir. Dünyada en çok basılan ve dağıtılan kitap, Kitâb-ı Mukaddesdir. Dünyanın her yerine bine yakın dil ve lehçeye tercüme edilerek dağıtılan Kitâb-ı Mukaddesin gerek tercüme edilmesinde ve gerekse basım ve dağıtımında Hristiyan devletlerin ekonomik ve siyasi destekleri vardır. Yıllık tirajı milyonla ifade edilen ve en ilkel kabile dillerine dahi tercümesi yapılarak dağıtılan bu kitabın muhtevası nedir, ne zaman yazılmıştır, nasıl toplanarak bir araya getirilmiştir? Denildiği gibi bu kitap gerçekten bir rehber midir, insanlığa gerçek bir kurtuluş sunmakta mıdır?

 Avrupa Topluluğuna giriş için her türlü gayretin gösterildiği şu günlerde, topluluğa üye olan ülkelerde ciddi bir endişe ortaya çıkmıştır. Bu endişe bir yetkilinin ağzından, "Siz Müslümanısınız, biz Hristiyanız, biz sizi kabul edemeyiz" sözleri ile ifade edilmiştir. Bu kişi aslında "Eğer Avrupa topluluğuna girmek istiyorsanız önce İslâmiyeti terkedin ve Hristiyanlığa girin" demek istemiştir. Müslüman bir ülkenin böyle bir topluluğa girişini bir türlü mantığı kabul etmeyen bu Batılının, ne kadar tolerans ve hoşgörü sahibi olduğu da ortaya çıkıyor. Batı, Türk milletini Hristiyan kültürü potasında eritmeden onu kendi bünyesine almak istememektedir. Biz ise işin sadece ekonomik yanını düşünerek, bu topluluğa girmekte ısrar etmekteyiz. Biz, bu topluluğa girdiğimizde dünyanın her tarafında faaliyet gösteren ve propagandada çok usta olan Hristiyan misyonerlerinin, serbest dolaşım hakkından faydalanarak ülkemizde serbestçe ve açık şekilde propaganda faaliyetlerini yürüteceklerini hesaba katmamaktayız. Şimdiye kadar ülkemizde sınırlı olarak yürüttükleri propaganda faaliyetleri ile evlerin kapılarının altından atılan Hristiyanlığa davet broşürlerinin dağıtımı ve yabancı okullarda çalışan bazı Hristiyan hocaların Kitâb-ı Mukaddes propagandaları daha da artacak, şimdiye kadar yurt dışındaki işçilerimize tertiplenen çadır konferansları, bundan böyle Türkiye'de bizlere de düzenlenebilecektir. Yurt içinde ve dışında Türk insanına yöneltilen ve bundan sonra daha daartarak yöneltilecek olan Kitâb-ı Mukaddes ve Hristiyanlık propagandasına karşı, bunlar hakkında doğru bilgileri ortaya koymak bir görev olmaktadır. Ancak, bu görevi bir karşı propaganda niteliğinde değil, aksine tarafsız bir şekilde, ana kaynaklara dayanarak, ilmî prensipler çerçevesinde yapmak gerekir.

 Biz, bu araştırmamızda Hristiyan kültürünün ana kaynağı durumunda olan Kitâb-ı Mukaddesi, özellikle İncilleri ele alıp, zaman zaman kendi kaynaklarına da başvurmak sureti ile inceleyeceğiz. Bu kitaplar ne zaman, kimler tarafından yazılmıştır? Bunlar ilk yazıldıkları gibi muhafaza edilebilmişler midir, yazarları belli midir? Bu kitapların muhtevaları nedir? Bunlardaki bilgiler yirminci yüzyılın gerçeklerine uygunluk arzediyor mu? Bilhassa dört ayrı yazar tarafından kaleme alınan İncil nüshalarında farklılık var mıdır, şayet varsa bu farklılık esasta mı, yoksa teferruatta mıdır? Amacımız karşı propaganda niteliğinde Hristiyanlığa veya Kitâb-ı Mukaddese reddiye yazmak değildir, sadece propagandası yoğun olarak yapılan ve insanlarımıza direkt olarak yöneltilen bir inancın ana kaynağını, tarafsız bir şekilde ele alıp tanıtımını yapmak ve onu incelemektir. Nitekim bir çok Batılı Hristiyan oryantalist, İslâmiyeti ve Kur'an-ı Kerimi ele alıp incelemektedirler. Bizim bu tür yapacağımız bir çalışma üzerinde aşırı hassasiyet gösteren ve bilimsel tarafsızlık ilkesine riayet edip etmediğimizi sıkı sıkıya kontrol eden bazı Batılı araştırmacılar, kendilerinin İslâmiyet üzerinde yaptıkları araştırmalarda, bizden istedikleri tarafsızlığa riayet konusunda fazla titiz değildirler. Bunların bir kısmı, kendi koymuş oldukları prensipleri ihlal ederek, hislerinin ve inançlarının etkisi altında kalmaktadırlar. Bunlar, İslâm kaynaklarında mevcut olan, ama işlerine gelmeyen bazı delilleri rahatlıkla gözardı etmekte, bazı bilgive delilleri de eksik olarak almakta, dolayısı ile yanlış sonuçlara ulaşmaktadırlar. Biz, bu araştırmamızda kaynaklar bize ne veriyorsa onlara kesinlikle bağlı kalacağız, delilleri görmezlikten gelmeyecek ve eksik olarak kullanmayacağız.


 Yapmış olduğumuz bu araştırmada ele alıp zaman zaman kendilerinden örnekler verdiğimiz İnciller şüphesiz Allah'ın İsa'ya vahyetmiş olduğu gerçek İncil değildir. Çünkü İslama göre bu kitap tahrif edilmiş ve aslı yok olmuştur. Dolayısı ile muharref İncillere yöneltilen tenkidler, bu kitapların tahrif edilmemiş aslı olan İncile asla şamil değildir . İlerde geniş bir şekilde görüleceği üzere bugün elde mevcut olan bu kitaplar, Hz. İsa'dan asırlarca sonra kaleme alınmış olup bu kitaplar-daki sözlerin büyük bir kısmının Hz İsa ile hiçbir ilgisi yoktur. İncillerde bu peygamberle ilgili olarak verilen haberlerin büyük bir çoğunluğunun da onunla hiçbir ilgisi mevcut değildir. Yapmış olduğumuz bu araştırmada bazı okuyucularımızın yanlış bir kanaate kapılmasını önlemek için böyle bir açıklama yapmayı gerekli bulduk.
 

İslama göre Hz. İsa bir resul ve nebidir, Allah'tan almış olduğu vahyi insanlara ulaştırmıştır, o, hatadan masundur, kendisinden tevhide aykırı hiçbir şeyin sadır olması mümkün değildir. Bugün elde mevcut olan İncillerde ona isnâd edilen fiil ve sözlerin büyük bir çoğunluğu ona yapılmış olan itham ve iftiralardan ibarettir. Bu peygamberin ve ona vahyedilmiş olan kitabın bu itham ve isnadlarla hiçbir alâkası yoktur. Bunlar, Hristiyanlar tarafından daha sonraları ortaya atılmış ve büyük bir kısmı hayal ürünü olan şeylerdir.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder